Göçmenlik tam bir araf. Ne oralısın ne buralı. Pasaportunun da olması seni ‘buralı’ yapmıyor. Memleketinden konsere gelen gruplar olunca kaçırmıyorsun, bağ kuruyorsun çünkü yeniden kimliğinle, zamanında dinlediğin, anısı olan şarkıları bir ağızdan söyleyerek.
Türk marketine gitmek bir ritüel haline geliyor. Hatta varsa Türkçe konuşan diş hekimi, psikolog, kuaför arıyorsun. Havaalanları vedalaşmaları kaçıncı veda olursa olsun hala zor. Sevdiklerimizi bavula koyamıyoruz. Onun yerine ezine peyniri, annemizin yaptığı salça, turşu, tarhana…
Ama artık geride bıraktığın yere de ait olamıyorsun. Oraya da yabancılaşmışsın. Yıllar geçtikçe, göçtüğün yerden, sevdiklerinin hayatından, özel günlerinden mahrum kalıyorsun. Hayatlarından anları kaçırıyorsun. Ardında giderek yaşı ilerleyen ebeveynlerin kalıyor. Bir yandan bunun üzüntüsü.
Diğer yanda ‘hayatta kalmış olmanın’ suçluluğu. Onlar çok başka düzeyde problemlerle meşgulken, kendi yalnızlığından, dil öğrenmek zorunda olduğundan, yetişkinlik hayatında arkadaşlık kurmanın o kadar da kolay olmadığından bahsetmeye utanıyorsun.
Bir de hayatta kalma becerilerin gerilemiş. Yaya geçidinde yol vermeyen arabalar arasından karşıya nasıl geçiliyordu, diye bir kalıyorsun.
Buradayken orayı arıyorsun. Oraya varınca da artık oraya ait olmadığını fark ediyorsun.
Sonra yine havaalanı vedalaşmaları, göz yaşı, ezine peyniri…